Söylem teriminin
kökeni Latincedir. ‘’discurrere’’ veya ‘’discursus’’ sözcüklerinden
gelmektedir. Söylem (discourse) kelimesinin İngilizce’de karşılığına
bakıldığında çok farklı anlamlara sahip olduğu görülür; insanların
birbirleriyle karşılıklı konuşması, bilgi alış verişinde bulunması, yazışması
sohbet etmesi bunlardan bazılarıdır. Kavramın nutuk, hutbe, söylev gibi
karşılıkları da bulunmaktadır. Aynı zamanda kavram bir konunun uzun ve belirli
kurallara bağlı olarak işlenişini de içerebilmektedir.
Söylem bir
meta-eylemdir ve ideoloji, bilgi, diyalog, anlatım, beyan tarzı, müzakere,
güç ve gücün
mübadelesiyle eyleme dönüşen dil pratiklerine ilişkin süreçlerdir.1
Söylem, farklı
yaklaşımlara dayanarak farklı açıklanmalar getirilmesi mümkün olan
bir kavramdır. Bazı
araştırmacılara göre söylem, bütün konuşma ve yazma eylemleri
olarak değerlendirilirken,
bazı aştırmacılara göre ise sadece konuşma ağı türevlerinden oluşan uygulamalar
olarak değerlendirilir Foucault ise, söylemi daha genel, tarihi ve gelişmekte
olan dil uygulamaları olarak görür.2
Foucault’a göre her birey farklıdır bu ve bu farklılık bireylerin söylemlerinin
de faklı olmasına kaynaklık eder. Farklı tarihsel zaman dilimlerinde insanlık,
birbirlerinden farklı kendilik maskeleri kullanmışlardır. Ve dolayısıyla her
bireyin söylemi, hem tarihsel açıdan, hem de içinde bulunulan zaman açısından
birbirinden farklıdır.3
Söylem belirli
kurallar, terminoloji ve konuşmalardan oluşan sistematik dilsel düzenleri
betimlemek üzerine
kullanılan bir kavram olarak kategorize edilir. Söylem bir iletinin tüm
boyutlarını, sadece iletinin içeriğini değil, onu dile getireni (kim söylüyor),
otoritesini (neye dayanarak), dinleyiciyi (kime söylüyor?) ve amacını (söyleyenler
söyledikleri ile neyi başarmak istiyor) kapsar. Söylem belirli bir zaman dilimi
içinde belli insan grupları arasında olan ve diğer insan grupları ile ilişkili
olarak geliştirilen fikirleri, ifadeleri ve bilgileri içerir. İktidarın
uygulanması böyle bir bilginin kullanımına içkindir.4
1Cevizci, 2000, Felsefe Sözlüğü, İstanbul, Paradigma Yayınları s76
2Potter & Wetherell, Discourse and Social Psychology 1987
3William Parker Discourse on Various Occasions2002
4Tonkiss, 2006 Analysis text and speech: content and discourse analysis.
C. Seale, (2nd ed.). In. Researching Society and Culture. (367-383).
Lodan:Sage
Foucault söylemi dil ve sosyal yapılar
arasındaki ilişkiye atıfta bulunarak açıklar ve ona göre söylem; -sosyaldir,
yani kelimler ve kelimelerin anlamları nerede, kim tarafından, kimin için
kullanıldığına bağlı olarak açıklanır. Sonuç olarak kelimelerin anlamları
sosyal ve kurumsal ortamlara göre değişir bu nedenle evrensel söylem diye bir
şey yoktur, -birbiri ile çatışan farklı söylemler olabilir, -söylemler
birbirleri ile çatışma halinde olabilecekleri gibi bir hiyerarşi içinde
düzenlenmiş olarak da görülebilir.5
Michel Foucault’a
göre “söylem”; tüm dünyayı ve insanları şekillendiren ve karşı sözler
söylendiğinde dahi dışına çıkılamayan, ancak sınırları belirlenebilecek ve
temeli sarsılabilecek olan, düşünceler, inanışlar, yargılar, değerler,
semboller, kelimeler, harfler, kurumlar, normlar ve geleneklerden oluşan ve
içerisinde birçok güç ilişkilerini bulunduran devasa ve yaşayan bir
organizmadır. Foucault’ya göre söylem öylesine güçlü ve karmaşık bir yapıdır
ki; söylemin karşısında olduğunu iddia eden düşünceler dahi söyleme göre
şekillenir ve söylem içerisinde kendi yerlerini, değerlerini bulurlar.
Foucault’nun düşüncesinde söylemin açıklarını yakalamak için “genealogy” yani
“soybilim” tekniğine başvurulmalı ve tüm düşünce ve normların yapısökümü yapılarak
merkezinde yatan güç ilişkilerine ulaşılmalıdır. Bunun en kolay yolu da
“marjinal”, “öteki”, “farklı” olarak nitelendirilmiş grup ve düşünceleri mercek
altına yatırmaktır. Çünkü sistem bu noktalarda hata vermekte ve açıklarını
ortaya koymaktadır.6
Foucault’nun
“inhibiting effect of totalitarian discourse (totaliter söylemin dizginleyici
etkisi)” adını verdiği şey, bilimsel ya da ilahi olduğu iddiasıyla kendi
söylemlerini yaratan tüm ideolojiler, düşünce sistemleri, inanışlar ve
normların yarattığı kısıtlayıcı etkilerdir. Bundan kaçabilmek için Foucault’ya
göre “neden” sorusundan çok “nasıl” sorusuna cevap aranmalı, gücü uygulayan
merkezden çok, güce maruz kalan özneye odaklanılmalı, çevresel mikro bilgiden
merkeze doğru ilerlenmeli ve söylemin gücü her alanda aranmalı, onun çeşitli
tuzaklarına kanılmamalıdır. Bir diğer önemli nokta ise, söylemden kaçarken yeni
bir söylem oluşturmamaya gayret etmektir. Bu nedenle Foucault, “Ben,
kitaplarımın molotof kokteyli ya da mayın tarlası olmasını isterim, tıpkı donanma
fişekleri gibi kullanıldıktan sonra kendilerini yok etmesini isterim” demiştir.
Ancak geldiği noktada, Foucault’nun modernizmi ve her türlü ideolojiyi reddeden
yeni nihilist bir söyleme ulaştığını iddia etmek de mümkündür.7
Foucault’nun
düşüncesinde, söyleme karşı tavır alanlar toplumdan dışlanmakta ve deli, suçlu,
farklı, öteki, zanlı, ahlaksız, sapık, hasta şeklinde damgalanarak, toplumsal
yaşamdan uzaklaştırılmaktadır. Bu nedenle Foucault “Kliniğin Doğuşu” ve
“Deliliğin Tarihi” isimli eserlerinde Thomas Kuhn’un düşüncelerinden
etkilenerek insanlık tarihinde değişik zamanlarda fikirleri nedeniyle hangi
insanların (mesela Sokrates ve Galileo) deli olarak adlandırıldığını, değişik
zamanlarda hangilerinin “normal”, hangilerinin ’’anormal” olarak
değerlendirildiğini inceler.
6Paul Rainbow - The
Foucault Reader 101-120
7M. Foucault – Deliliğin Tarihi s44
Foucault’ya göre
egemen söylemle mücadele etmek imkânsızdır çünkü bizim söyleme olan karşıtlığımız
dahi söyleme göre belirlenmektedir. Söylem; karşıt görüşleri de içine katarak,
sisteme entegre ederek büyür. Bu büyük, her alanda var olan söylemin arkasında
hangi güç olduğu belirsizdir. Foucault’ya göre söylemi bir devrim yaparak
yıkmak da çözüm getirmeyecektir. Zira yeni oluşan sistemde de güç ilişkileri
devam edecek ve insanlar hiçbir zaman tam anlamıyla özgür olamayacaklardır. Ona
göre sistemi yıkmak yerine, kökünden sarsacak aktiviteler yapmak ve sınırlarını
belirlemeye çalışmak daha akılcı bir çözümdür. Doktor-hasta arasındaki ilişkiyi
dahi hiyerarşik güç ilişkileri perspektifinden açıklayan Foucault, doktorların
kendi vücutlarımız hakkında ne yapmamız gerektiğini söylemelerini,
geleceğimizle ilgili kritik kararlar vermelerini, vücutlarımıza istedikleri
müdahaleyi yapabilmelerini bu güç ilişkisinin göstergeleri olarak ortaya koyar.
Kadın-erkek ilişkileri, cinsellik dahi güç ilişkilerinin bir türevidir ve
egemen söylem doğrultusunda işlemektedir.8
Söylem, toplumların
dinde, sanatta, siyasete ve hatta bilimde egemen olan değer yargıları,
düşünceleri, pratikleri ve bunları içinde toplayan sistemdir. Bu sistem kendini
korumak, geliştirmek, yeniden üretmek için bir takım yollar, yöntemler
geliştirir. Söylemin üretimi her toplumda görevleri onun gücünü ve
tehlikelerini önlemek, bellisiz olagelişini dizginlemek, ağır, korkulu maddiliğini savuşturmak olan birtakım yollarla,
hem denetlenmiş, hem ayıklanmış, hem de örgütlenmiş ve yeniden
paylaştırılmıştır.9
Foucault,
geçmişte var olmuş ve var olmaya devam eden söylemin dışsal ve içsel bazı
unsurlarla kendi varoluşunu yinelediğini ortaya koyarken bu unsurların dışsal
olanlarını “yasaklanmış söz”, “deliliğin paylaşımı” ve “doğruluk istenci”
olarak sıralar.10 “Yasak” dışlayıcı
bir dışsal unsur olarak işlev görürken söylemin arzu ve erkle ilişkisini de
ortaya koyar. Diğer bir deyişle söylem hem yasaklarla korunan tahkim edilen şey
hem de yasaklarla karşılaşınca yeni bir duruma dönüşerek varlığını devam
ettirmeye çalışan şeydir. Bu yüzden Foucault “Söylem, yalnızca kavgaları veya
baskı sistemlerini açıklayan şey değil, ama onun için, onun vasıtasıyla
mücadele edilen şey, ele geçirilmek istenen erktir.” der. Yani Foucault
söylemin sadece iktidarın egemenliğini sürdürmek için kullandığı bir araç
olmadığını, aynı zamanda iktidara karşı olan taraflarında egemenliği ele
geçirmek için kullandıkları bir araç olduğunu ifade etmek istemiştir.
Örneğin İktidar ve Muhalefet bağlamında;
herhangi bir iktidarın çıkardığı tedbir amaçlı yasak (yayın, gösteri, protesto)
ve buna ilişkin söylem, muhalefet kanadında iktidarın eleştirilmesinin önüne
geçtiği şeklinde sert bir tavırla karşı karşıya kalabilir. Ve Muhalefet karşı
bir söylemde bu yasağı ağır bir dille eleştirecek ve kitleleri lehine manipule
etmek isteyecektir. Ancak aynı muhalefet iktidara geldiğinde o yasağı kendi de
makul ve kabul edilebilir bularak lehine kullanmak isteyebilir.
8M. Foucault - What is an Author
9Michel Foucault, Söylemin Düzeni, 1987 s23.
10Foucault,
Söylemin Düzeni, s.32-40.
Foucault, disiplin’i,
“yorum” ve “yazar”la birlikte söylemin içsel denetim ve sınırlama usulleri
arasında bulunan bir unsur olarak belirler. Öncelikle “disiplin bir nesneler
alanı, bir yöntemler bütünü, doğru kabul edilen bir önermeler mecmuası,
kurallar, tanımlar, teknikler ve araçlar işleyişi olarak tanımlanır. Bütün
bunlar anlamı veya geçerliliği, bulucusu durumundaki kişiye bağlı olmaksızın,
onlardan yaralanmak isteyen veya yararlanabilecek olan herkesin kullanımına
açık bir çeşit ortak sistem oluşturur.”10
Disiplinin,
söylemin bir denetim ilkesi olarak çalıştığını belirtirken Foucault, bu
ilkenin, kuralların güncellenmesini sağlayarak söylemin sınırlarının
korunmasına hizmet ettiğini belirtir. Bu bağlamda söylemlerin yaratılması için
disiplinlerin gelişmesine de ihtiyaç vardır. Fakat disiplinlerin geliştirilmesi
onların söylemlere hizmet etmesine aykırı düşmez. Bilakis, bu iki durum
arasında bir uyum vardır: Disiplinlerin geliştirilmesi bir yandan birer baskı
kaynağı olarak söylemlerin
güncellenerek tazelenmesi ve korunmasını sağlarken, diğer taraftan söylemlere
yenilikçi, olumlu, çoğaltıcı, zenginleştirici bir özellik katar.11
Disiplin ve Söylem arasındaki bu bağı kısaca açıklamak
gerekirse; her yeni disiplinin yeni bir söylem doğuracağı ve söylemin
sınırlarının genişleyeceği anlatılmak istenmiştir.
Örneğin Batıda öteden beri uygulanan Kapalı alanlarda
sigara içme yasağı ülkemizde henüz birkaç yıl önce uygulanmaya başlamıştır.
Toplumun bu yasağa oryantasyonu, Yasağı uygulayanın Söylemleri üzerinden empoze
edilmeye çalışılmıştır. Dolayısıyla yeni bir Söylem ve denetim mekanizması
geliştirilmiştir.
Söylem teorisinden
yola çıkarak Kimlik konusuna geçmeden evvel kimliğin kullanımına değinmekte
fayda var.
Kavramın
psikolojideki kullanımı daha çok bireyin özne olma durumuna vurguda bulunurken,
sosyolojide toplum ve birey arasındaki ilişkilere dikkat çeken bir anlamda kullanılır.
Söylemin Kimlikle
olan ilişkisinden hareketle; Söylemek sözcüğü bir anlamda insanın içten dışa
açılmasını ifade eder. Mead’e göre düşünce iletişimin içselleşmesidir. Onun bu
görüşünü ters-yüz edersek söylem; düşüncenin dışsallaşmasıdır diyebiliriz. Yani
insan kendi varlığına giren ne varsa onları bir fabrika gibi işler ve yeni
oluşumlar halinde dışsallaştırır. Duygular, düşünceler, hayaller, değerler,
özlemler, nefretler vs. ne varsa söylemek istediklerimizin yansımalarıdır. Dil
bu açınımın en önemli araçlarından ve yollarından biridir.
Söylem insana ait
ne varsa bunlardaki farklılıkları içine alır, dillendirir, kendine dolar ve
yeni farklılıklara yol açar. Aynı zamanda da dialektik bir süreç içine girerek
farklılıkları törpüler. Söylem insanda cisimleşir. Her insan bir söylemde yer
alır. Söyleme aidiyetin olduğu, söyleme işaret etmenin bulunduğu yerde kimlik
vardır. 12
Hepimiz yaşamdan
edindiğimiz tecrübe, bilgi ve sezgilerle birlikte kendimiz için küçük birer
teori oluştururuz. İşte bu küçük bireysel teorilerimiz bizim kimliklerimizdir.
Eğer kimliklerimizi bir fidana benzetirsek, söylem onun kök saldığı topraktır.
Bireyi kuşatan çevre, onun kimliğindeki motiflerse, söylem de bu motiflere
renklerini veren güneştir.12
Her söylem kendini
farklı değerlerde, inançlarda, akıl yürütmelerde, farklı eylem stratejilerinde
ve yaşam biçimlerinde farklı organizasyonlarda sunabilmektedir.
Örneğin ulusal
söylemler kendilerini devlet organizasyonlarında cisimleştirirken, dini
söylemler kutsalın sınır çizgilerinde ( Müslüman alemi, Hristiyan alemi gibi )
diğerlerine karşı var olmaktadır. İşte bu söylemler kişilerin ya da toplumsal
grupların, cemaatlerin kimlikleri olarak onların dünyalarına bir yön ve şekil
verir. Her söylem içine aldığı insanların zihnine aynı soyutluk ve derinlikte
nüfuz edemez.Her ikisi de cahil bir müslüman ve Hristiyan karşı karşıya gelse
kavgaya tutuşabilirler. Fakat iki dinden de ilahiyatçılar karşı karşıya gelse
kuvvetle muhtemel derin felsefi bir tartışmaya gireceklerini söyleyebiliriz.
Buradan yola
çıkarak ‘’tartışma’’ da bir nevi kimlik empozesi; kendini kabullendirme
masküler olma çabası olarak okunabilir.
11Foucault, Söylemin Düzeni,
s.40-41.
12Dr.Cevdet ÖZDEMİR Kimlik ve Söylem Osmangazi Üni. Sosyal Bilimler Dergisi 2001
Sayı:2