YAZAR KAFE

21 Ağustos 2015 Cuma

M. FOUCAULT VE BİR BAŞKA KİMLİK FORMU OLARAK SÖYLEM


Söylem teriminin kökeni Latincedir. ‘’discurrere’’ veya ‘’discursus’’ sözcüklerinden gelmektedir. Söylem (discourse) kelimesinin İngilizce’de karşılığına bakıldığında çok farklı anlamlara sahip olduğu görülür; insanların birbirleriyle karşılıklı konuşması, bilgi alış verişinde bulunması, yazışması sohbet etmesi bunlardan bazılarıdır. Kavramın nutuk, hutbe, söylev gibi karşılıkları da bulunmaktadır. Aynı zamanda kavram bir konunun uzun ve belirli kurallara bağlı olarak işlenişini de içerebilmektedir.
Söylem bir meta-eylemdir ve ideoloji, bilgi, diyalog, anlatım, beyan tarzı, müzakere,
güç ve gücün mübadelesiyle eyleme dönüşen dil pratiklerine ilişkin süreçlerdir.1
Söylem, farklı yaklaşımlara dayanarak farklı açıklanmalar getirilmesi mümkün olan
bir kavramdır. Bazı araştırmacılara göre söylem, bütün konuşma ve yazma eylemleri
olarak değerlendirilirken, bazı aştırmacılara göre ise sadece konuşma ağı türevlerinden oluşan uygulamalar olarak değerlendirilir Foucault ise, söylemi daha genel, tarihi ve gelişmekte olan dil uygulamaları olarak görür.2 Foucault’a göre her birey farklıdır bu ve bu farklılık bireylerin söylemlerinin de faklı olmasına kaynaklık eder. Farklı tarihsel zaman dilimlerinde insanlık, birbirlerinden farklı kendilik maskeleri kullanmışlardır. Ve dolayısıyla her bireyin söylemi, hem tarihsel açıdan, hem de içinde bulunulan zaman açısından birbirinden farklıdır.3

Söylem belirli kurallar, terminoloji ve konuşmalardan oluşan sistematik dilsel düzenleri
betimlemek üzerine kullanılan bir kavram olarak kategorize edilir. Söylem bir iletinin tüm boyutlarını, sadece iletinin içeriğini değil, onu dile getireni (kim söylüyor), otoritesini (neye dayanarak), dinleyiciyi (kime söylüyor?) ve amacını (söyleyenler söyledikleri ile neyi başarmak istiyor) kapsar. Söylem belirli bir zaman dilimi içinde belli insan grupları arasında olan ve diğer insan grupları ile ilişkili olarak geliştirilen fikirleri, ifadeleri ve bilgileri içerir. İktidarın uygulanması böyle bir bilginin kullanımına içkindir.4



1Cevizci, 2000, Felsefe Sözlüğü, İstanbul, Paradigma Yayınları s76 
2Potter & Wetherell, Discourse and Social Psychology 1987
3William Parker Discourse on Various Occasions2002
4Tonkiss, 2006 Analysis text and speech: content and discourse analysis. C. Seale, (2nd ed.). In. Researching Society and Culture. (367-383). Lodan:Sage


Foucault söylemi dil ve sosyal yapılar arasındaki ilişkiye atıfta bulunarak açıklar ve ona göre söylem; -sosyaldir, yani kelimler ve kelimelerin anlamları nerede, kim tarafından, kimin için kullanıldığına bağlı olarak açıklanır. Sonuç olarak kelimelerin anlamları sosyal ve kurumsal ortamlara göre değişir bu nedenle evrensel söylem diye bir şey yoktur, -birbiri ile çatışan farklı söylemler olabilir, -söylemler birbirleri ile çatışma halinde olabilecekleri gibi bir hiyerarşi içinde düzenlenmiş olarak da görülebilir.5

Michel Foucault’a göre “söylem”; tüm dünyayı ve insanları şekillendiren ve karşı sözler söylendiğinde dahi dışına çıkılamayan, ancak sınırları belirlenebilecek ve temeli sarsılabilecek olan, düşünceler, inanışlar, yargılar, değerler, semboller, kelimeler, harfler, kurumlar, normlar ve geleneklerden oluşan ve içerisinde birçok güç ilişkilerini bulunduran devasa ve yaşayan bir organizmadır. Foucault’ya göre söylem öylesine güçlü ve karmaşık bir yapıdır ki; söylemin karşısında olduğunu iddia eden düşünceler dahi söyleme göre şekillenir ve söylem içerisinde kendi yerlerini, değerlerini bulurlar. Foucault’nun düşüncesinde söylemin açıklarını yakalamak için “genealogy” yani “soybilim” tekniğine başvurulmalı ve tüm düşünce ve normların yapısökümü yapılarak merkezinde yatan güç ilişkilerine ulaşılmalıdır. Bunun en kolay yolu da “marjinal”, “öteki”, “farklı” olarak nitelendirilmiş grup ve düşünceleri mercek altına yatırmaktır. Çünkü sistem bu noktalarda hata vermekte ve açıklarını ortaya koymaktadır.6


Foucault’nun “inhibiting effect of totalitarian discourse (totaliter söylemin dizginleyici etkisi)” adını verdiği şey, bilimsel ya da ilahi olduğu iddiasıyla kendi söylemlerini yaratan tüm ideolojiler, düşünce sistemleri, inanışlar ve normların yarattığı kısıtlayıcı etkilerdir. Bundan kaçabilmek için Foucault’ya göre “neden” sorusundan çok “nasıl” sorusuna cevap aranmalı, gücü uygulayan merkezden çok, güce maruz kalan özneye odaklanılmalı, çevresel mikro bilgiden merkeze doğru ilerlenmeli ve söylemin gücü her alanda aranmalı, onun çeşitli tuzaklarına kanılmamalıdır. Bir diğer önemli nokta ise, söylemden kaçarken yeni bir söylem oluşturmamaya gayret etmektir. Bu nedenle Foucault, “Ben, kitaplarımın molotof kokteyli ya da mayın tarlası olmasını isterim, tıpkı donanma fişekleri gibi kullanıldıktan sonra kendilerini yok etmesini isterim” demiştir. Ancak geldiği noktada, Foucault’nun modernizmi ve her türlü ideolojiyi reddeden yeni nihilist bir söyleme ulaştığını iddia etmek de mümkündür.7

Foucault’nun düşüncesinde, söyleme karşı tavır alanlar toplumdan dışlanmakta ve deli, suçlu, farklı, öteki, zanlı, ahlaksız, sapık, hasta şeklinde damgalanarak, toplumsal yaşamdan uzaklaştırılmaktadır. Bu nedenle Foucault “Kliniğin Doğuşu” ve “Deliliğin Tarihi” isimli eserlerinde Thomas Kuhn’un düşüncelerinden etkilenerek insanlık tarihinde değişik zamanlarda fikirleri nedeniyle hangi insanların (mesela Sokrates ve Galileo) deli olarak adlandırıldığını, değişik zamanlarda hangilerinin “normal”, hangilerinin ’’anormal” olarak değerlendirildiğini inceler.





 5Potter, 1996, Representing Reality: Discourse, Rhetoric and Social Construction s96 
6Paul Rainbow - The Foucault Reader 101-120
7M. Foucault – Deliliğin Tarihi s44



Foucault’ya göre egemen söylemle mücadele etmek imkânsızdır çünkü bizim söyleme olan karşıtlığımız dahi söyleme göre belirlenmektedir. Söylem; karşıt görüşleri de içine katarak, sisteme entegre ederek büyür. Bu büyük, her alanda var olan söylemin arkasında hangi güç olduğu belirsizdir. Foucault’ya göre söylemi bir devrim yaparak yıkmak da çözüm getirmeyecektir. Zira yeni oluşan sistemde de güç ilişkileri devam edecek ve insanlar hiçbir zaman tam anlamıyla özgür olamayacaklardır. Ona göre sistemi yıkmak yerine, kökünden sarsacak aktiviteler yapmak ve sınırlarını belirlemeye çalışmak daha akılcı bir çözümdür. Doktor-hasta arasındaki ilişkiyi dahi hiyerarşik güç ilişkileri perspektifinden açıklayan Foucault, doktorların kendi vücutlarımız hakkında ne yapmamız gerektiğini söylemelerini, geleceğimizle ilgili kritik kararlar vermelerini, vücutlarımıza istedikleri müdahaleyi yapabilmelerini bu güç ilişkisinin göstergeleri olarak ortaya koyar. Kadın-erkek ilişkileri, cinsellik dahi güç ilişkilerinin bir türevidir ve egemen söylem doğrultusunda işlemektedir.8

Söylem, toplumların dinde, sanatta, siyasete ve hatta bilimde egemen olan değer yargıları, düşünceleri, pratikleri ve bunları içinde toplayan sistemdir. Bu sistem kendini korumak, geliştirmek, yeniden üretmek için bir takım yollar, yöntemler geliştirir. Söylemin üretimi her toplumda görevleri onun gücünü ve tehlikelerini önlemek, bellisiz olagelişini dizginlemek, ağır, korkulu maddiliğini savuşturmak olan birtakım yollarla, hem denetlenmiş, hem ayıklanmış, hem de örgütlenmiş ve yeniden paylaştırılmıştır.9

Foucault, geçmişte var olmuş ve var olmaya devam eden söylemin dışsal ve içsel bazı unsurlarla kendi varoluşunu yinelediğini ortaya koyarken bu unsurların dışsal olanlarını “yasaklanmış söz”, “deliliğin paylaşımı” ve “doğruluk istenci” olarak sıralar.10  “Yasak” dışlayıcı bir dışsal unsur olarak işlev görürken söylemin arzu ve erkle ilişkisini de ortaya koyar. Diğer bir deyişle söylem hem yasaklarla korunan tahkim edilen şey hem de yasaklarla karşılaşınca yeni bir duruma dönüşerek varlığını devam ettirmeye çalışan şeydir. Bu yüzden Foucault “Söylem, yalnızca kavgaları veya baskı sistemlerini açıklayan şey değil, ama onun için, onun vasıtasıyla mücadele edilen şey, ele geçirilmek istenen erktir.” der. Yani Foucault söylemin sadece iktidarın egemenliğini sürdürmek için kullandığı bir araç olmadığını, aynı zamanda iktidara karşı olan taraflarında egemenliği ele geçirmek için kullandıkları bir araç olduğunu ifade etmek istemiştir.

Örneğin İktidar ve Muhalefet bağlamında; herhangi bir iktidarın çıkardığı tedbir amaçlı yasak (yayın, gösteri, protesto) ve buna ilişkin söylem, muhalefet kanadında iktidarın eleştirilmesinin önüne geçtiği şeklinde sert bir tavırla karşı karşıya kalabilir. Ve Muhalefet karşı bir söylemde bu yasağı ağır bir dille eleştirecek ve kitleleri lehine manipule etmek isteyecektir. Ancak aynı muhalefet iktidara geldiğinde o yasağı kendi de makul ve kabul edilebilir bularak lehine kullanmak isteyebilir.


8M. Foucault - What is an Author
9Michel Foucault, Söylemin Düzeni, 1987 s23.
10Foucault, Söylemin Düzeni, s.32-40.  


Foucault, disiplin’i, “yorum” ve “yazar”la birlikte söylemin içsel denetim ve sınırlama usulleri arasında bulunan bir unsur olarak belirler. Öncelikle “disiplin bir nesneler alanı, bir yöntemler bütünü, doğru kabul edilen bir önermeler mecmuası, kurallar, tanımlar, teknikler ve araçlar işleyişi olarak tanımlanır. Bütün bunlar anlamı veya geçerliliği, bulucusu durumundaki kişiye bağlı olmaksızın, onlardan yaralanmak isteyen veya yararlanabilecek olan herkesin kullanımına açık bir çeşit ortak sistem oluşturur.”10
Disiplinin, söylemin bir denetim ilkesi olarak çalıştığını belirtirken Foucault, bu ilkenin, kuralların güncellenmesini sağlayarak söylemin sınırlarının korunmasına hizmet ettiğini belirtir. Bu bağlamda söylemlerin yaratılması için disiplinlerin gelişmesine de ihtiyaç vardır. Fakat disiplinlerin geliştirilmesi onların söylemlere hizmet etmesine aykırı düşmez. Bilakis, bu iki durum arasında bir uyum vardır: Disiplinlerin geliştirilmesi bir yandan birer baskı kaynağı olarak söylemlerin güncellenerek tazelenmesi ve korunmasını sağlarken, diğer taraftan söylemlere yenilikçi, olumlu, çoğaltıcı, zenginleştirici bir özellik katar.11



Disiplin ve Söylem arasındaki bu bağı kısaca açıklamak gerekirse; her yeni disiplinin yeni bir söylem doğuracağı ve söylemin sınırlarının genişleyeceği anlatılmak istenmiştir.
Örneğin Batıda öteden beri uygulanan Kapalı alanlarda sigara içme yasağı ülkemizde henüz birkaç yıl önce uygulanmaya başlamıştır. Toplumun bu yasağa oryantasyonu, Yasağı uygulayanın Söylemleri üzerinden empoze edilmeye çalışılmıştır. Dolayısıyla yeni bir Söylem ve denetim mekanizması geliştirilmiştir.


Söylem teorisinden yola çıkarak Kimlik konusuna geçmeden evvel kimliğin kullanımına değinmekte fayda var.
Kavramın psikolojideki kullanımı daha çok bireyin özne olma durumuna vurguda bulunurken, sosyolojide toplum ve birey arasındaki ilişkilere dikkat çeken bir anlamda kullanılır.

Söylemin Kimlikle olan ilişkisinden hareketle; Söylemek sözcüğü bir anlamda insanın içten dışa açılmasını ifade eder. Mead’e göre düşünce iletişimin içselleşmesidir. Onun bu görüşünü ters-yüz edersek söylem; düşüncenin dışsallaşmasıdır diyebiliriz. Yani insan kendi varlığına giren ne varsa onları bir fabrika gibi işler ve yeni oluşumlar halinde dışsallaştırır. Duygular, düşünceler, hayaller, değerler, özlemler, nefretler vs. ne varsa söylemek istediklerimizin yansımalarıdır. Dil bu açınımın en önemli araçlarından ve yollarından biridir.

Söylem insana ait ne varsa bunlardaki farklılıkları içine alır, dillendirir, kendine dolar ve yeni farklılıklara yol açar. Aynı zamanda da dialektik bir süreç içine girerek farklılıkları törpüler. Söylem insanda cisimleşir. Her insan bir söylemde yer alır. Söyleme aidiyetin olduğu, söyleme işaret etmenin bulunduğu yerde kimlik vardır. 12

Hepimiz yaşamdan edindiğimiz tecrübe, bilgi ve sezgilerle birlikte kendimiz için küçük birer teori oluştururuz. İşte bu küçük bireysel teorilerimiz bizim kimliklerimizdir. Eğer kimliklerimizi bir fidana benzetirsek, söylem onun kök saldığı topraktır. Bireyi kuşatan çevre, onun kimliğindeki motiflerse, söylem de bu motiflere renklerini veren güneştir.12
Her söylem kendini farklı değerlerde, inançlarda, akıl yürütmelerde, farklı eylem stratejilerinde ve yaşam biçimlerinde farklı organizasyonlarda sunabilmektedir.
Örneğin ulusal söylemler kendilerini devlet organizasyonlarında cisimleştirirken, dini söylemler kutsalın sınır çizgilerinde ( Müslüman alemi, Hristiyan alemi gibi ) diğerlerine karşı var olmaktadır. İşte bu söylemler kişilerin ya da toplumsal grupların, cemaatlerin kimlikleri olarak onların dünyalarına bir yön ve şekil verir. Her söylem içine aldığı insanların zihnine aynı soyutluk ve derinlikte nüfuz edemez.Her ikisi de cahil bir müslüman ve Hristiyan karşı karşıya gelse kavgaya tutuşabilirler. Fakat iki dinden de ilahiyatçılar karşı karşıya gelse kuvvetle muhtemel derin felsefi bir tartışmaya gireceklerini söyleyebiliriz.


Buradan yola çıkarak ‘’tartışma’’ da bir nevi kimlik empozesi; kendini kabullendirme masküler olma çabası olarak okunabilir.




11Foucault, Söylemin Düzeni, s.40-41. 
12Dr.Cevdet ÖZDEMİR Kimlik ve Söylem Osmangazi Üni. Sosyal Bilimler Dergisi 2001 Sayı:2

13 Nisan 2015 Pazartesi

MONİST EKSENDE LİBERALİZM VE ÇOKKÜLTÜRLÜLÜK


Bu makale çok-kültürlülük mitini Hindu siyaset bilimci Bhikhu Parekh’in monist yaklaşım ve anlayışa olan eleştirisi üzerinden değerlendirecektir. Bu bağlamda Parekh, batı siyasi düşüncesinin geleneksel ve fundamental derin izler taşıdığını bunun da çok-kültürlülüğü imkansız kıldığını, Liberal düşüncenin de özünde monist bir yaklaşım olduğunu John Locke’un düşüncelerine atıfla açıklamaya çalışmıştır.

Toplum, bireylerin oluşturduğu toplumsal grupların karşılıklı etkileşiminden oluşur. Bu etkileşim, ben ve öteki arasındaki ilişki ile ifade edilir. Ben, bireysel bir özneyi ifade edebildiği gibi, her-hangi bir toplumsal grubu da ifade edebilir ve farklı toplumsal gruplar arasında da ben ve öteki ilişkisi kurulabilir. Toplumsal gruplar birbirlerinden kültürel yapılarındaki dünyayı algılama ve anlamlandırma biçimleri bakımından farklılık gösterirler. Her kültürel grubun yaşama biçimi, ahlak anlayışı ve değer sistemi diğerlerinden ayırt edici özellikler gösterebilmektedir. ‚İnsanlar, kültürel kodlar kanalıyla hem üyesi olduğu topluluğun ve hem de kendi davranışlarının sınırlarını belirlemektedir. Kültürel kodlar, bireylerin, olay ve olgulara bir gözle bakmalarınısağlamaktadır. Yani olayları ve problemleri aynı anlamlar altında değerlendirmelerini olanaklı kılmaktadır.1

Kültürü, belli unsurlarla (ırk, dil, din, tarih ve coğrafya gibi) birbirinden kesin çizgilerle ayrılabilecek insan gruplarına (özellikle etnik veya ulusal gruplara) özgü bir yaşam biçimi olarak tanımladığımızda, çoğulcu ya da çokkültürlü toplum dediğimizde, kendi-sini belirten bu unsurlardan biri veya birkaçı ile tanımlayan birden çok kültürel grubun bir arada bulunduğu bir toplumdan, yani birden çok kültürel yaşantının yan yana, birlikte sürdürüldüğü bir siyasal birliktelikten söz edilmektedir. Böyle bir toplumun farklı kültüre mensup grup üyeleri arasında bireysel ve sosyal yaşama dair önemli anlayış farklılıkları ve çok farklı ilişki biçimlerinin mevcut olacağını, hatta bunların bir kısmının toplumsal hayatın pek çok alanında belli çatışmalara yol açacağını kabul etmek ge-rekmektedir.2

1Anthony Giddens, Sosyolojik Yöntemin Yeni Kuralları, Ç: Ü.Tatlıcan, B.Balkız, Paradigma Y., İstanbul 2003, s.5.

2 Onur Bilge Kula, Demokratikleşme Süreci ve Eleştirel Kültür Bilinci, Ankara1992, s.30.



Bhikhu Parekh ise çokkültürlüğü, kültürel çeşitliliğe olanak tanıyan ve onu koruyan bir siyasal teorinin temel unsuru olarak kavramsallaştırma çabasındadır. Parekh, çokkültürlülüğü tek başına farklılık ve kimlikle ilgili değil, kültürle kaynaşmış ve ondan beslenen farklılık ve kimliklerle, yani bir grup insanın kendilerini ve dünyayı anlamakta, bireysel ve toplu yaşamlarını düzenlemekte kullandıkları inançlar/uygulamalar bütünüyle ilgili olarak kavramaktadır. Burada vurgulanan nokta, bireysel yönelimlerden kaynaklanan değil, kültürden kaynaklanan farklılıkların çokkültürlülükle ilgili olduğudur.


***

Parekh çokkültürlü toplum ve çokkültürcülük terimlerini, modern toplumlardaki farklı kültürel çeşitlilik biçimlerine gönderme yaparak kullanır. Yaygın olan üç çeşitlilik biçimi sayar: Birincisinde toplumun üyelerinin çoğu ortak bir kültürü paylaşır, ancak yaşamın belli alanlarında farklı inanç ve uygulamaları benimsemiştir.

Bunlar alternatif bir kültür oluşturmaz, var olanıçoğaltmakla ilgilidirler. İkincisinde toplumun bazı üyeleri baskın kültürün merkezi değerlerine eleştirel yaklaşır ve bunları yeniden kurgulamaya çalışır. Üçüncüsü toplum içinde kendi kültürel yapılarına ve uygulama sistemlerine göre yaşayan ve belli ölçüde örgütlenmiş toplulukların ve kültürel grupların ortaya çıkardığı çeşitlilik biçimidir. Parekh çokkültürlü terimini daha çok üçüncü tip toplumun niteliği olarak kullanmaktadır. Bu çerçevede çokkültürlü toplum, içinde iki veya daha çok sayıda kültürel topluluğun yaşadığı toplumdur.

Çokkültürlü toplumlar kültürel çeşitliliğe iki biçimde yaklaşırlar. Toplum çeşitliliği hoş karşılayıp destekleyebilir ve farklıtoplulukların kültürel taleplerine saygı duyarak, çeşitliliği kendine bakışın bir parçası olarak algılayabilir. Bu durumda toplumu çokkültürcü olarak tanımlamak mümkündür. Bunun alternatifi olarak toplum, tekkültürcü bir yaklaşımla, farklı kültürel toplulukları belli ölçülerde baskın kültür içinde asimile etmeye çalışabilir.

Bhikhu Parekh, çokkültürlü toplumların yarattığı sorunların yalnızca siyaset kuramcılarının değil, ortalama vatandaşın ve politik eylemcilerin de gündeminde olduğunu ve toplumların kültüre ve kültürel çeşitliliğe ilişkin sorunlarını daha derin bir kuramsal perspektiften görmeleri gerektiğini belirtir.3


3Cynthia Willet, Theorizing Multiculturalism, s59, 1998


Parekh, çokkültürlü toplumların siyaset kuramının doğası ve işlevi hakkında yeni soru ve sorunlara neden olduğunu öne sürmektedir. Bu soru ve sorunlar kültürle bağlantılı olduğundan, bunlara yanıt üretebilecek bir çokkültürlü toplum kuramı, kültürün doğası, yapısı, iç dinamikleri ve insan yaşamındaki yerine ilişkin ayrıntılı bir kuramı barındırmalıdır. Parekh, böyle bir çokkültürlü toplum ve siyaset kuramı geliştirme çabasına, Batılı siyasi düşünce geleneğinin kültürel çeşitliliği anlamak konusundaki yetersizliklerini eleştirerek başlar. Geleneksel siyaset kuramı, temeline insan doğasını ve kültürü koyan iki düşünce akımına dayanmaktadır. 3

Parekh'in ‘naturalist’ veya ‘monist’ adını verdiği klâsik siyasî filozofların çoğu, kültürel ayrılıkları es geçen soyut bir insan doğasıtasavvurundan hareketle toplumsal ilişkileri tanımlamaya çalışmışlardır. Bu akım, insan doğasının değişmez olduğu, kültürün ve toplumun insan doğasınıetkilemediği ve en iyi yaşam tarzını bu mutlak insan doğasının gösterebileceğini düşünenleri içermektedir.

Buradan hareketle Parekh'in ‘’Yalnızca bir tek hayat tarzının tamamen insanî, doğru ve iyi olduğunu, diğer hayat tarzlarının ise ondan ne kadar farklıysa o kadar yanlışolduklarını savunan görüşü; Klasik Liberalizm’de de etkisi azımsanmayacak kadar bariz olan ‘Ahlaki Monizm’i tanımlamaktadır.

Parekh, Hıristiyan Batı kültürünün başat anlayışı olan bu kavramın yani, yalnızca bir hayat tarzının iyi olduğu ve diğerlerinin de o hayat tarzına göre yargılanabileceği hatta sınıflandırılabileceğini savunma eğiliminin Platon’a kadar uzandığını belirtir. Parekh “ahlaki monizm”kavramının gelişim aşamalarını “Yunan Monizmi”, “Hıristiyan Monizmi”, “Klasik Liberalizmde monizm” başlıkları altında inceler.

Ahlaki monizm, akıl ve ahlakı kültürden ayırır. Farklıtoplumların insan doğasını farklı şekillerde anlayıp yapılandırdığı, farklıyetenek ve erdemleri özendirdiği ve insan edimleri ve ilişkilerine farklı anlam ve değerler yüklediği gerçeğini görmezden gelir. 4

Bu perspektiften bakıldığında ‘ben’ olmayanlar ‘öteki’dir ve‘öteki’ olanlar ben ile benim kabul ettiğim doğrular çerçevesinde birleşmedikçe‘kötü’ ve ‘yanlış’ tır.

Ahlaki monizm, farklı yaşam biçimlerini yanlış anlama potansiyelini bünyesinde sürekli barındırır. Bu da yorumbilgisel anlamda bir felakettir. Monizmin yaklaşımı temelde yargılayıcı olduğu için öteki, olanlarıanlamakla pek ilgilenmez.

4 Bhikhu Parekh, Çokkültürlülüğü Yeniden Düşünmek, s30 – 43


Öteki olanları anlamaya çalıştığında ise, o yaşam biçiminin ne bakımdan kendi tercih ettiği yaşam biçimine benzediğini veya neden ondan farklı olduğunu açıklamakla ilgilenir.

Hristiyan monizmi dine dayalıydı ve dinsel monizmle veya yalnızca Hristiyanlığın ‘’tek ve gerçek’’ din olduğu inancıyla el eleydi. Platon ve Aristoteles belirli bir hayat tarzının en yüksek olduğunu felsefi temelleriyle gösterdiklerini iddia ederken, Hristiyanlık bunu bir inanç meselesi haline getirdi.

Hristiyanlık için kurtuluş insanlığın ortak çıkarınaydı ve kurtuluşa ulaşma yolunu bilenlerin görevi ‘’müjdeyi yaymaktı.’’ Hristiyan yaşam tarzının çoğu kişinin ahlaki olarak ulaşabilecekleri bir düzeyde bulunması gerçeği de bu misyoner anlayışa kuramsal açıdan destek oluyordu. Hristiyan dinbilimciler yalnızca doğal akla dayanarak da bir tür ahlaki yaşamın sürülebileceğini kabul etmelerine rağmen bunun, aklın yanılabilirliği yüzünden güvenilmez, yalnızca, Tanrı sevgisinden kaynaklanabilecek enerji ve derinliği olmadığı için sığ, ve ahlaklılık yalnızca diğer alemdeki, insanın nihai kaderinin temsil eden yaşama doğru bir adım olduğu için eksik olduğunda ısrar ediyorlardı. Bu yüzden gerçekten ahlaki olan bir yaşamın dini bir temeli olmalıydı ve bu din ne kadar gerçekse niteliği de o kadar yüksek oluyordu.

Hristiyanlık ahlaki çeşitliliğe bu şekilde uyum sağlarken onu hiyerarşik bir sınıflandırmaya soktu ve ahlaki monizme olduğu kadar dinsel monizme de bağlı kaldı. Hristiyan monizmi, Yunan monizminde olmayan ahlaki evrensellik, misyoner çalışma ve dini hoşgörüsüzlüğü de getirdi. 4

Batıya ait bu ahlaki kodlama, çağlar boyunca biçim değiştirerek farklılaşmış olsa da kendisine birçok uzamda yaşam alanları üretmeyi başarmış görünmektedir. Üretilen yaşam alanlarının biri de medya ve reklam sektörüdür. Medya ve reklam sektöründe kullanılan “sınıflandırma ve yargılama” biçimleri Ritzer’in anlatımıyla “büyüsü bozulmuş dünyayı büyülemenin” bir başka yoludur.5

Konuya binaen günümüzde örnek olarak: Yabancı bir içecek firmasının kendisini İslami değerlerle kaynaştırmayı hedefleyerek buradan bir kazanç elde etmek istemesi verilebilir. Ramazan Ayı boyunca gösterimde olan reklam, insanların nasıl farklı davranışlar sergilediğinden yola çıkarak seyirciye anlayışlı, dışa dönük, başkalarını düşünen, kısacası daha iyi davranan insanların daha doğru insanlar olduğu mesajını verir. Reklamda, Ramazan ayı boyunca İslam’ın yükümlülüklerinden dolayı bambaşka insanlar hâline gelen ve bunun farkına bile varmayan kişilerdeki değişimi, ufak bir çocuğun fark etmesi izleyiciye yansıtılmıştır. Reklamda değişimi gören küçüğün, çocuk aklıyla bunu insanların elinde gördüğü firmanın içeceği ile pideye bağlaması ve bu ikiliyi çözüm olarak kullanması anlatılmıştır “Global bir markanın yerel stratejisi” sloganıyla ortaya çıkan bu reklam akla hemen Parekh’in ahlaki monizm kavramına ilişkin yorumunu getirmektedir.


Klasik Liberalizmde monizme bakıldığında; Liberal düşüncenin doğmasında önemli rol oynayan etkenlerden üçü, yani Hristiyanlık, sömürgecilik ve ulus-devlet, hak ettikleri ilgiyi görememişti. Liberalizm yüzyıllar boyunca Hristiyanlık etkisinde kalmış bir sosyal çevrede geliştiği için kaçınılmaz birşekilde ondan etkilenmiştir. Locke, Montesquieu, Tocqueville gibi bazı ilk liberaller, Hristiyanlığın insanlık onuru, özgürlük, eşitlik hatta muhalefet gibi liberal değerlerin ortaya çıkmasını sağlayabilecek özgür insana layık tek din olduğunu düşünüyorlardı. Onlara göre Liberalizm, Hristiyanlığın laik bir ifadesiydi ve ondan destek alıyordu; bu yüzden ‘’Hristiyanlığıve uygarlığı (Liberalizmi) yaymak’’ ifadesi hiçbir yerde endişeye yol açmıyordu.

Hristiyanlığa karşı tutumları ne olursa olsun liberal yazarlar onun dilini, düşünce kategorilerini betimlemelerini, kendisine bakışını ve diğer yaşam ve düşünce biçimleriyle olan ilişkilerini rahatça ödünç alıyor veya içselleştiriyorlardı. Liberaller‘’ışığı’’ temsil ediyor, diğerleri karanlıkta yaşıyordu; onlar gerçekten insana yakışan yaşam biçimini bulmuşlardı, diğerlerininse gidecek çok yolu vardı. 4


Parekh, Locke’un Kızılderili yaşam tarzına tüm yaklaşımı,kişisel ve toplu yaşamı düzenlemenin yalnızca tek bir uygun ve akılcı yolu olduğunu, bundan farklı davranışların kusurlu olduğu ve ne saygıyı hatta ne de içten yapılacak sabırlı ve anlayışlı bir araştırmayı hak ettiği inancında olduğunu söyler. Ayrıca ona göre Locke, Aklın insanların en yüce yeteneği olduğunu ve iyi yaşamın temelini oluşturduğunu, aklın doğası gereği hesapçı ve sonuca yönelik olduğunu, dünyanın kaynaklarının sonuna kadar kullanılmasıgerektiğini, servet biriktirmenin akılcılık ve uygarlığı gösterdiğini, hayatımümkün olduğu kadar büyük bir ahlâki ciddiyetle yaşamak gerektiğini peşinen kabul etmişti. Kızılderililerin yaşam biçiminin insanî gelişim hakkında farklı bir görüş yansıtıp yansıtamayacağını ve kendi görüşünde bulunmayan, yeni bir şeyler öğrenebileceği öğeler içerip içermediğini hiç düşünmedi.” Şeklindeki atıfla göstermeye çalıştığı liberalizm-çokkültürlülük ilişkisini çarpıtan asli unsur şüphesiz liberalizmin temel dayanağı olarak kabul edilen ‘Özgürlük’ ve farklı olabilecek‘İyi yaşam’ tercihine müdahalede bulunulmasıdır.

Liberal kuramdan hareketle bakacak olursak liberal çokkültürlülük modelinin en ayırt edici özelliğinin, bireyi özgül bir toplulukla değil, ama bir kategori ya da yurttaşlıkla olan ilişkisi içinde ele alan bir yaklaşıma sahip olduğunu görürüz. Liberal yurttaşlık anlayışına göre, bir toplumu oluşturan bireylerin tümü, tanımlanmış ve değişmez bir iyi yaşam kavramını paylaşmazlar. Bu nedenle devletlerin dayanacağı ve hedeflerini meşrulaştıracağı bir ahlaki kaynağı da olamaz. İyi yaşamın birçok türü bulunmakla birlikte bunlardan hiçbiri ötekinden daha az değerli olmadığı için bunların birbirleri ile kıyaslanması söz konusu değildir. Her biri farklı bir biçimde değerlidir. Benzer bir mantıkla, kimi rejimler bir diğerinden ne daha az ne de daha çok meşrudur. Bunların tümü farklı nedenlerden dolayı meşrudur (Gray, 2003: 37). Michael Walzer’in deyişiyle liberalizm için ayrıcalıklı bir çoğunluk ya da özel haklarla mücehhez bir azınlık yoktur (Walzer, 1996, 108). Liberal bakış açısına göre birey, kendi yaşam alanını seçme, yargılama, inceleme ve yeniden gözden geçirme yönünde düşünsel yeteneklere sahip bir benlik olarak tanımlanmıştır: ‚Toplum bireyin yararına ilişkin farklı ve birbiri ile rekabet eden anlayışlara imkan tanımalı ve sosyal kurumlar iyi yaşam sağlama konusundaki görüş çeşitliliğine bir çerçeve oluşturmakla sınırlı bir görev üstlenmelidir (Üstel, 1999: 64). Liberal rejimler, iyi yaşama bakış açıları uyuşmayan insanların, hepsinin de adaletli olarak kabul edecekleri koşullarda beraber yaşamaları amacına koşulmuş bir sistem oluşturma peşindedir (Gray, 2003:67). Liberal teori ‚yurttaşların evrensel eşitliği adına, siyasal görüş dışındaki bütün farklılıklara kayıtsız kalmayı veya bunlarısiyasette gözetilen konuların dışına çıkarmayı‛ öne alan bir perspektiftir.

Bu bakış açısına göre siyasal farklılıklar dışında kalan farklılıklar başkalarınıdeğil, sadece söz konusu kişiyi ilgilendirir ve dolayısıyla da kişinin dini, ahlaki inançları ve aile yapısıyla birlikte özel alana girer.6

 

6 Milel ve Nihal İnanç, Kültür ve Mitoloji Araştırma Dergisi Sayı 2, 2009


 
Yine konuya ilişkin yakın tarihimizden örnekle; Ulus-devlet modelinde oluşturulan Kemalist kimlik karşısında asimile edilmiş Kürtleri ve dindar Türkleri gösterebiliriz. *

Kemalist ulus inşa pratiğinin asimilasyoncu eşitliği esas alan ulus tanımı, kamusal alanın özel alanı yutma eğilimi ve vazettiği siyasi idealin (cumhuriyet ülküsü) yapısal zayıflığından dolayı, Kemalizm'in 'öteki' tanımı içinde yer alan unsurları siyasi sisteme yönelttiği soy, dil ve din gibi etnik göstergelere dayalı talepleri özümseyememiş ve bunları "tehdit değerlendirmesi’’ içine almıştır." (Yıldız, 2004: 18)


Yine bir başka örnek olarak; Almanya, göçmen hareketliliğini sürekli yaşayan, yabancılar sorunu konusunda dönemsel olarak uyum stratejileri ve vatandaşlık tanımlamaları geliştiren bir ülkedir. Göçmenlerin ülkelerine dönmeleri ya da kalıcı olmaları konusunda kararsız politikalar uygulayan Almanya’da yabancılarla ilgili birçok problem çözümsüz kalmaya devam etmektedir. Bunun en önemli nedenleri arasında Almanya’da hakimkültür ile yabancı kültürler arasındaki karşılaşmanın ve güç ilişkilerinin başlangıçtan beri aynı kalan eşitsiz konumu gösterilebilir.

13 Eylül 2014 Cumartesi

Sykes Picot ve Camp David Kabuk Değiştiriyor




Ortadoğu’da cereyan eden hadiselere istinaden algımızda sıradanlaşmış illegal oluşumların aslında 21.YY’ın post modern işgal gerekçelerini oluşturan hiziplerden başka bir şey olmadığı bugün bilinen bir gerçek. Tabi toplum bilimcilerin ya da bölgeye dair malumatı olanların bu illegal hiziplere dair sosyolojik gerekçeleri öne sürmesini yadsımamak gerek.  Lakin ‘’Minareyi Çalan Kılıfını Hazırlıyor’’ 100 yıl önce Şerif Hüseyin ile anlaşan Batı’nın bugün Baasçı kuklalara ihtiyaç duymamasının ardında birkaç neden sıralanabilir. Bunların başında Arap Uyanışı denilen tiranlığa karşı toplumsal patlama ve buna sebep etkisi küçümsenemez örgütlenmelerdir. (Müslüman Kardeşler gibi ) Bir diğeri de İşgalin maliyeti ve riski. Bölgenin dinamiklerini ve hassasiyetlerini iyi tecrübe etmiş batının fiziki işgale gerek kalmadan amacına ulaştıracak araç aslında çok da yeni olmayan Terör olarak karşımıza çıkmakta.

Irak, Afganistan, Filistin gibi ülkelerde buna gerekçe işgal tecrübesi olan emperyallerin bu sefer stratejisi zaafları kullanma yönünde. Bölgede yaşayan halkların mezhepsel zaaflarına temel teşkil eden Cehaletten mütevellit Tefrika Kerbela’dan bu yana bu coğrafyanın en büyük düşmanı olmuştur. Öyle ki Tefrikaya şartların ve zeminin uygun olması bir taşla kuş katliamı yapmak için her şeyi yeterli kılmakta. Hem Müslümanlar arasında birliği ve dirliği bozarak karşısında savunmasız ve yardıma muhtaç bir düşman hem daha düşük maliyette bölgenin kontrolü hem de dünyada İslamofobiyi körüklemek.

Çıkarı uğruna dinlerini tahrif etmekten geri kalmayan bir milletin torunları bugün kendi çıkarlarına ters düşen İslamla, terörü özdeşleştirmeye çalışarak savaşıyor.

Düne kadar Ortadoğu’ya Demokrasi getireceğini iddia ederek işgale gerekçe gösteren Batıya ‘’Sana Ne Ey Batı’’ diyorduk bugün; Ortadoğu’da Müslüman siyasi örgütlenmeleri saf dışı bırakarak diyalog kapısını kapadılar şimdi terörle mücadele etmek durumunda kaldılar gibi sığ yorumlar üretiyoruz. Konuya ilişkin spesifik çok şey yazılabilir ve hatta yazılıyorda.

        Ez cümle  bu asırlık oyunun asıl amacı, İslam dininin toplum üzerindeki etkisini azaltıp Müslüman halkları köleleştirmek ve bölgenin enerji kaynaklarını sömürmektir. Yani 100 yıllık senaryo...  Sykes Picot, Camp David kabuk değiştiriyor.

16 Haziran 2014 Pazartesi

OkurYazar: Umrandan Uygarlığa (ÖZET) Cemil MERİÇ

OkurYazar: Umrandan Uygarlığa (ÖZET) Cemil MERİÇ:       I. Çağdaş uygarlık Düzeyi YUNAN MUCİZESİ Bütün Kur'an'ları yaksak, bütün camileri yıksak, Avrupalının gö...

13 Haziran 2014 Cuma

Umrandan Uygarlığa (ÖZET) Cemil MERİÇ


 
 
 
I. Çağdaş uygarlık Düzeyi

YUNAN MUCİZESİ

Bütün Kur'an'ları yaksak, bütün camileri yıksak, Avrupalının gözünde Osmanlıyız; Osmanlı, yani İslâm. Karanlık, tehlikeli, düşman bir yığın!1

Avrupa, maddeciliğine rağmen Hıristiyan’dır; sağcısıyla, solcusuyla Hıristiyan. Hıristiyan için tek düşman biziz: Haçlı ordularını bozgundan bozguna uğratan korkunç ve esrarlı kuvvet. Genç cüce, müselsel zilletler sonunda ihtiyar devin zaaflarını keşfeder; ahde vefa, civanmertlik, merhamet Aşağıdan alır, hulûs çakar, yaltaklanır ve nihayet alt eder devi. Cenk meydanlarında değil, yatak odalarında kazanılan bir zafer.

Zavallı Türk aydını Batılı dostları alınmasınlar diye hazinelerini gizlemeye çalışır. Sonra unutur hazineleri olduğunu. Düşmanın putlarını takdis eder, hayranlıklarım benimser. Dev, papağanlaşır.

 

Muhtevası, çağdan çağa, ülkeden ülkeye, yazardan yazara değişen kaypak ve karanlık kelime: "civilisation". Bati irfanının iki yüz yıldır sabit bir tarife hapsedemediği bu ele avuca sığmaz mefhumun hayat hikayesine kısaca göz atalım. ([1])

 

Avrupa dillerinde zarafeti, çelebiliği kısaca medeniliği. ifade eden kelime "police" idi. "Police" XVII. asırdan itibaren bugünkü manada kullanılmağa başlanır: Zaptiye. Ve yerini yeni bir kelimeye bırakır: "Civilisation". Aydınlıklar cağının ümitlerini dile getiren, terakki inancını bayraklaştıran ilk kelime bu. İnsanlık düşe kalka ilerleyen bir kervandır. Avrupa: kılavuz. "Civilisation" dünyaya yayıldıkça savaşlar sona erecek, sefaletle kölelik ortadan kalkacaktır.

 

Avrupa "civilisation"un bir inhisar metaı olmadığını müsteşriklerden öğrenir. Her insan topluluğunun kendine göre bir medeniyeti vardır, az veya çok zengin, az veya çok eski bir medeniyet. Milletlerin üstünlük iddiası zavallı bir vehim, bir kendini beğenmişlik.

 

Ama Batı intelijansiyası imtiyazlarıyla sarhoş, şımarık bir çocuktur. ilmin ifşalarına ancak işine geldiği zaman ve işine geldiği ölçüde itibar eder. Evet... birçok medeniyetler vardır dünyada, medeniyet daha doğrusu medeniyet müsveddeleri. Gerçek medeniyet Hıristiyan medeniyetidir, kapitalizmdir, sosyalizmdir. ([2]2)

 

Almanlar "civilisation" mefhumunu "kultur"la karşılar. Kelimeyi Amerikanca'ya sokan Tylor'a (l871) göre kültür veya medeniyet: "ilimleri, inançları, sanatları, ahlakı, kanunları, adetleri ve insanin toplum hayatında kazandığı diğer kabiliyet ve alışkanlıkları kucaklayan girift bir bütün"dür. Amerikan "culture"u Almanca "kultur"a cihanşümullük sağlar; Avrupa’nın bütün dilleri benimser kelimeyi. Yalnız Fransızca 1930'lara kadar bu nevzuhur kültüre itibar etmez, kendi "culture" ve "civilisation"una sadık kalır. Yeni kelimenin Alman veya Amerikan içtimai ilimlerine büyük bir vuzuh getirdiği de iddia edilemez. Bir bakarsınız kültürle medeniyet ayni mefhumun iki ayrı ifadesi; bir bakarsınız aralarında dağlar kadar fark var. Kimine göre kültür, insanin olgunlaşmak için harcadığı çaba; medeniyet, dünyayı değiştirmek için giriştiği hareketler; biri amaç, öteki araç. Kimine göre iki mefhum arasında yalnız bir hacim farkı var. Kimi, "Ne münasebet, diye sesini yükseltir. Almanca 'kultur'u İngilizce veya Fransızca’ya 'maddi medeniyet' diye çevirmeliyiz". Babil Kulesi. ([3])

 

Bizim için kültür, yakın zamanlara kadar "hars"tı. ([4]4) Antropologlarımız Amerikan irfanını yurdumuza cömertçe taşıyalı beri kültürden ne anlayacağımızı şaşırdık. İrfan değil bu kültür, maarif değil, galiba medeniyet de değil. Peki, ne? Ama... önce civilisation'u tanıyalım.

 

Civilisation, lügat hazinemize Reşit Paşa’nın armağanı, Batı'nın birçok mefhum ve müesseseleri gibi. Paşa, Paris'ten yolladığı resmi yazılarda (1834) Türkçe karşılığını bulamadığı bu kelimeyi "terbiye-i nas ve icray-i nizamat" olarak tarif eder. Civilisation -az sonra- Osmanlıca’ya "kalke" edilir: medeniyet. Namık Kemal'in coşkun belagatı nevzuhur kelimeyi efkar-i umumiyeye şöyle takdim eder: "Medeniyet asayişte kemaldir (asayiş: rahat, huzur, refah)", "hayat-i beserin kafili"dir. Demek ki "Medeniyet aleyhine daha fazla kıyam etmek, ecel-i kazaya katillerden, haydutlardan ziyade muin olmaktır". "Medeniyeti zaid görenler, insani tanımayanlardır". "Tabiat-i beser hüsn-ü intizama maildir". Üstelik medeniyet, hürriyet ve istiklalin de kalesi: "Medeni olmayan milletler akvam-i mütemeddinenin esiri olmağa mahkumdurlar." Ananeperestlik nice kavimleri esarete sürüklemiş. "Medeniyetsiz yasamak ecelsiz ölmek gibi bir şey". "Bazıları medeniyeti 'fuhşiyat' olarak tanıtıyorlar, yanlış. Fuhşiyat (medeniyetin) avariz-i zatiyesinden değil, nekais-i icraatındandır. Doğru.. Avrupa medeniyetinin nice kötülükleri, eksiklikleri var ama iktisab-i medeniyete çalışan akvam için, tamamı tamamına Avrupa’yı taklid etmek neden lazım gelsin"? "Birtakım hakayik-i ilmiye vardır ki, dünyanın hiçbir tarafında değişmez. Hiçbir yerde sü-i tesiri görülmez... Terviç-i medeniyeti arzu edersek, bu kabilden olan hakayık-ı nafiayı nerede bulursak iktibas ederiz". "Kendi ahlakimizin icraatı, kendi aklımızın tasvibatı, asar-i medeniyetin füruatatına ma'ziyade kafidir". Ülkemiz tarihte kaç kere büyük medeniyetlerin "merkez-i intişarı" olmuş, "Şeriat-i Muhammediyenin münci kaideleri... ve halkımızın fevkalade kabiliyeti elde iken", neden dünyayı hayran bırakacak medeniyetler kuramayalım? ([5])

 

Medeniyeti millileştirmek isteyen bir anlayış. Tekamül, mukaddeslerimizden feragatle olmaz. Bati'nin abeslerini değil, insanlığın keşiflerini iktibas edeceğiz. Maziyi muhafaza, fakat ayıklayarak. Yeniyi kabul, ama seçerek. Daha sonra Ziya Gökalp'te şahidi olacağımız medeniyet ve hars tefrikinin ilk taslağı.

 

Medeniyet kelimesi bu parlak müdafaaya rağmen halk tarafından benimsenmez. Avrupa'dan gelen her mefhum gibi şüpheyle karşılanır. Maşeri vicdanı dile getiren sairler için "garaz-i nefsani"dir medeniyet (Yenişehirli Avni); "Tek dişi kalmış canavar"dır (Mehmed Akif). Kısaca kelimenin halk şuurunda yarattığı tedailer zengin, şımarık ve düşman bir Avrupa, sefahat, fuhşiyat.

 

Tanzimat aydınlarına dönelim... Yeni tanıdıkları bir dünyanın şaşaasiyle gözleri kamaşan hayalperest nesiller için, medeniyet bir teslimiyet veya temessüldür. Mefhumu ilmi çerçevesine oturtan tek yazar: Cevdet Paşa. Medeniyet, toplulukların hayatında ileri bir merhaledir, Paşa’ya göre. Önce devlet kurulur, insanlar düşman korkusundan azad olurlar. Sonra "ihtiyacat-i beşeriyelerini tahsile", "kemalatı insaniyelerini tekmile" koyulur, yani medenileşirler. Demek ki, medeniyetin iki unsuru var: beşeri ihtiyaçların (bunlara maddi ihtiyaçlar da diyebiliriz) giderilmesi ve ahlak ve zeka bakımından olgunlaşma. İnsanlar bedeviyetden haderiyet ve medeniyete geçerler. Medeniyet ne bir ülkenin imtiyazıdır, ne bir kavmin. Paşa’ya göre, büyük medeniyetler "ulüm ve sanayi'leri, maarifleri ve bunca tecemmülat ve tekenüfat ve letaifleriyle beraber kitaat-ı arzda" yer değiştirirler.

 

Medeniyeti, geline benzetiyor Paşa, diyar diyar dolasan bir geline. "İlm-i tarihin haber verdiği asırlardan mukaddem Hindistan'da... mahrem-i halvetsaray-i havas" oluyor "arus-u medeniyet". Oradan Babil'e ve Mısır’a geçiyor. Yine "Setre pus-u izz ü naz, ve... bir sınıf-ı mümtaza hemraz'`dır. Sonra Yunanistan'a uğruyor nazenin. "Kesf-i nikab ve selb-i icab ü hicab ile açılıp saçılarak" herkese gösteriyor kendini, çarsıda-pazarda dolaşıyor. Yunanistan yıkıldıktan sonra İskenderiye’ye otağ kuruyor. Ama "eskiden alüfte olduğu Kibt kavmine" yüz vermiyor bu defa. "Tedarik etmiş olduğu nev-asinayan-ı Yunan ile bir müddet, diyar-i Mısır’da tertib-i bezm-i kermakerem-i ülfet ettikten sonra", "hıtt-ı Irak"da boy gösteriyor. Ve bir müddet "elbise-i hadray-i İslamiye ile aktar-i Şarkiyede dolaşarak Mısır' ve Garb yoluyla yine Avrupa kıt'asına çekilip orada payend-i istikrar ve dest-küsa-yi intişar olmuştur". "Bundan sonra hangi tarafa gideceği ve ne renklere gireceği ve nasıl cameler giyeceği" Allah'a malum.([6])

 

Paşa’nın medeniyet anlayışındaki üstünlük nereden geliyordu? Çağdaşları birer aksisedaydılar. Avrupa irfanının aksisedası. Sığ ve köksüz bir İrfan. Paşa’nın sesi kendi sesimizdi: Şark’ın sesi. Tarihin esrarını, tarihçilerin en büyüğünden, tarihe "beşeri ilimlerin ilmi" haysiyeti kazandıran ibn Haldun'dan öğrenmişti Paşa. Bizce tek hatası oldu: ümran gibi kucaklayıcı bir kelimeyi medeniyet gibi müphem ve mazisiz bir lafza feda etmek.

 

Tarih denilen muammanın iki anahtarı vardı ibn Haldun'a göre: Ümran ve asabiyet. Ümran, bir kavmin yaptıklarının ve yarattıklarının bütünü, içtimai ve dini düzen, adetler ve inançlar. Ümran, tarihi ve insani bütün olarak ifade eden bir kelime. Avrupa’nın hiçbir zaman ve hiçbir kelimesiyle kucaklıyamadığı bir bütün. Tarihi inkişafın muharrik kuvveti: asabiyet, yani içtimai tesanüt. Ümran, iki şekilde tezahür eder: badiye hayati, şehir hayati. Bedevilik ümranın ilk merhalesi, kendi kendini aşacak olan bir merhale. Haderiyetin de çeşitli merhaleleri var.

 

Ümran’ı "içtimai hayat"la karşılayabiliriz, en geniş manada içtimai hayat. İbn Haldun için temeddün'le ümran farklı. Temeddün: şehir medeniyeti. Ümran, hem bedeviliği hem haderiliği kucaklar: kültür ve medeniyet.

 

Kaynaklarından kopan bir intelijansiyanın kaderi, bir mefhum hercümerci içinde boğulmak. Ümrandan habersizdik, medeniyete de ısınamadık. İnsanlığın tekamül vetiresini ifade için kendimize layık bir kelime bulduk: uygarlık. Mazisiz, musikisiz bir hilkat garibesi.

 

 

[1] Civilisation,1756'da Fransa'da doğmuş. XVIII. asrın hiçbir büyük sözlüğünde yok. Ansiklopediye de alınmamış. Akademinin lügati 3. baskısında (1798) kelimeyi şöyle tanımlar: Medenileştirme eylemi, yahut medeni olanın durumu. Daha sonraki sözlükler de ayni tarifi tekrar ederler. Bir kıtanın veya içtimai bir sınıfın azgın iştihalarını ifşa eden bir anlayış. Kim medenileştirecek? İlk defa olarak 1890'da bugünküne oldukça yakın bir tarifle karsılaşırız; civilisation: insanlığın ahlakça, fikirce ve içtimai hayatça ilerlemesi. Hatzfeld, Darmesteter ve Thomas, Dictionnaire General de la Langue Française, (Fransız dili Genel Sözlüğü), 2 cilt, Delagrave, Paris 1889.

 

[2] Avrupa’nın bu aptalca narsisizmini aşağı yukarı bütün tarihlerinde görmek kabil. Rastgele bir örnek: "Çöküş devrinin en vahim günlerini hatırlatan bu buhranlı merhalede, Türkiye canlanmağa gayret etmiş, o zamana kadar boyuna aleyhinde cephe aldığı bir medeniyetle temas kurmak istemiş, ona kapılarını açmış. Avrupa camiasının alakasını ve manevi yardımını kazanmağa çalışmış ve böylece Hıristiyanlığın barbarlığa karsı ittifakını geciktirmiştir" (Engelhardt, a.g.e.).

 

[3] Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Cemil Meriç, Kültürden İrfana, İnsan yayınları, 1986, s. 9-48.

 

[4] İştikak merakinin dilimize musallat ettiği bu bedbaht kelime, Türk intelijansiyası tarafından hiçbir zaman beğenilmemişti. Fransızca kültürün Türkçe karşılığı maarif veya irfandı. Maarif-i Garbiye Bati kültürü demekti, sonra maarif, vazifesi irfan dağıtmak olan bir müesseseye alem oldu. Raif Necdet'i dinleyelim: "Bana hars'in aheng-i telaffuzu pek abus, pek soğuk ve kaba geliyor. Bu kelimede mana cihetiyle de fazla bir ciyadet ve teravet göremiyorum. Kültür mukabili olarak irfan kelimesini hem latif, hem mana itibariyle daha nefis ve munis, daha kuvvetli ve şetaretli buluyorum" (Hayat-i Edebiye, s. 324).

 

[5] Namık Kemalin medeniyetle ilgili görüşleri- için bkz. Cemil Meriç, Mağaradakiler: "Eski bir put: Terakki", Ötüken yayınları, 2. baskı. 1980. s. 214 v.d.

 

[6] Cevdet Paşa’nın medeniyetle ilgili görüşleri hakkında daha geniş bilgi için bkz. Ümit Meriç Yazan, Cevdet Paşa’nın Toplum ve Devlet Görüsü, İnsan yayınları, 1992, 2. baskı, s. 57 v.d.