YAZAR KAFE

13 Nisan 2015 Pazartesi

MONİST EKSENDE LİBERALİZM VE ÇOKKÜLTÜRLÜLÜK


Bu makale çok-kültürlülük mitini Hindu siyaset bilimci Bhikhu Parekh’in monist yaklaşım ve anlayışa olan eleştirisi üzerinden değerlendirecektir. Bu bağlamda Parekh, batı siyasi düşüncesinin geleneksel ve fundamental derin izler taşıdığını bunun da çok-kültürlülüğü imkansız kıldığını, Liberal düşüncenin de özünde monist bir yaklaşım olduğunu John Locke’un düşüncelerine atıfla açıklamaya çalışmıştır.

Toplum, bireylerin oluşturduğu toplumsal grupların karşılıklı etkileşiminden oluşur. Bu etkileşim, ben ve öteki arasındaki ilişki ile ifade edilir. Ben, bireysel bir özneyi ifade edebildiği gibi, her-hangi bir toplumsal grubu da ifade edebilir ve farklı toplumsal gruplar arasında da ben ve öteki ilişkisi kurulabilir. Toplumsal gruplar birbirlerinden kültürel yapılarındaki dünyayı algılama ve anlamlandırma biçimleri bakımından farklılık gösterirler. Her kültürel grubun yaşama biçimi, ahlak anlayışı ve değer sistemi diğerlerinden ayırt edici özellikler gösterebilmektedir. ‚İnsanlar, kültürel kodlar kanalıyla hem üyesi olduğu topluluğun ve hem de kendi davranışlarının sınırlarını belirlemektedir. Kültürel kodlar, bireylerin, olay ve olgulara bir gözle bakmalarınısağlamaktadır. Yani olayları ve problemleri aynı anlamlar altında değerlendirmelerini olanaklı kılmaktadır.1

Kültürü, belli unsurlarla (ırk, dil, din, tarih ve coğrafya gibi) birbirinden kesin çizgilerle ayrılabilecek insan gruplarına (özellikle etnik veya ulusal gruplara) özgü bir yaşam biçimi olarak tanımladığımızda, çoğulcu ya da çokkültürlü toplum dediğimizde, kendi-sini belirten bu unsurlardan biri veya birkaçı ile tanımlayan birden çok kültürel grubun bir arada bulunduğu bir toplumdan, yani birden çok kültürel yaşantının yan yana, birlikte sürdürüldüğü bir siyasal birliktelikten söz edilmektedir. Böyle bir toplumun farklı kültüre mensup grup üyeleri arasında bireysel ve sosyal yaşama dair önemli anlayış farklılıkları ve çok farklı ilişki biçimlerinin mevcut olacağını, hatta bunların bir kısmının toplumsal hayatın pek çok alanında belli çatışmalara yol açacağını kabul etmek ge-rekmektedir.2

1Anthony Giddens, Sosyolojik Yöntemin Yeni Kuralları, Ç: Ü.Tatlıcan, B.Balkız, Paradigma Y., İstanbul 2003, s.5.

2 Onur Bilge Kula, Demokratikleşme Süreci ve Eleştirel Kültür Bilinci, Ankara1992, s.30.



Bhikhu Parekh ise çokkültürlüğü, kültürel çeşitliliğe olanak tanıyan ve onu koruyan bir siyasal teorinin temel unsuru olarak kavramsallaştırma çabasındadır. Parekh, çokkültürlülüğü tek başına farklılık ve kimlikle ilgili değil, kültürle kaynaşmış ve ondan beslenen farklılık ve kimliklerle, yani bir grup insanın kendilerini ve dünyayı anlamakta, bireysel ve toplu yaşamlarını düzenlemekte kullandıkları inançlar/uygulamalar bütünüyle ilgili olarak kavramaktadır. Burada vurgulanan nokta, bireysel yönelimlerden kaynaklanan değil, kültürden kaynaklanan farklılıkların çokkültürlülükle ilgili olduğudur.


***

Parekh çokkültürlü toplum ve çokkültürcülük terimlerini, modern toplumlardaki farklı kültürel çeşitlilik biçimlerine gönderme yaparak kullanır. Yaygın olan üç çeşitlilik biçimi sayar: Birincisinde toplumun üyelerinin çoğu ortak bir kültürü paylaşır, ancak yaşamın belli alanlarında farklı inanç ve uygulamaları benimsemiştir.

Bunlar alternatif bir kültür oluşturmaz, var olanıçoğaltmakla ilgilidirler. İkincisinde toplumun bazı üyeleri baskın kültürün merkezi değerlerine eleştirel yaklaşır ve bunları yeniden kurgulamaya çalışır. Üçüncüsü toplum içinde kendi kültürel yapılarına ve uygulama sistemlerine göre yaşayan ve belli ölçüde örgütlenmiş toplulukların ve kültürel grupların ortaya çıkardığı çeşitlilik biçimidir. Parekh çokkültürlü terimini daha çok üçüncü tip toplumun niteliği olarak kullanmaktadır. Bu çerçevede çokkültürlü toplum, içinde iki veya daha çok sayıda kültürel topluluğun yaşadığı toplumdur.

Çokkültürlü toplumlar kültürel çeşitliliğe iki biçimde yaklaşırlar. Toplum çeşitliliği hoş karşılayıp destekleyebilir ve farklıtoplulukların kültürel taleplerine saygı duyarak, çeşitliliği kendine bakışın bir parçası olarak algılayabilir. Bu durumda toplumu çokkültürcü olarak tanımlamak mümkündür. Bunun alternatifi olarak toplum, tekkültürcü bir yaklaşımla, farklı kültürel toplulukları belli ölçülerde baskın kültür içinde asimile etmeye çalışabilir.

Bhikhu Parekh, çokkültürlü toplumların yarattığı sorunların yalnızca siyaset kuramcılarının değil, ortalama vatandaşın ve politik eylemcilerin de gündeminde olduğunu ve toplumların kültüre ve kültürel çeşitliliğe ilişkin sorunlarını daha derin bir kuramsal perspektiften görmeleri gerektiğini belirtir.3


3Cynthia Willet, Theorizing Multiculturalism, s59, 1998


Parekh, çokkültürlü toplumların siyaset kuramının doğası ve işlevi hakkında yeni soru ve sorunlara neden olduğunu öne sürmektedir. Bu soru ve sorunlar kültürle bağlantılı olduğundan, bunlara yanıt üretebilecek bir çokkültürlü toplum kuramı, kültürün doğası, yapısı, iç dinamikleri ve insan yaşamındaki yerine ilişkin ayrıntılı bir kuramı barındırmalıdır. Parekh, böyle bir çokkültürlü toplum ve siyaset kuramı geliştirme çabasına, Batılı siyasi düşünce geleneğinin kültürel çeşitliliği anlamak konusundaki yetersizliklerini eleştirerek başlar. Geleneksel siyaset kuramı, temeline insan doğasını ve kültürü koyan iki düşünce akımına dayanmaktadır. 3

Parekh'in ‘naturalist’ veya ‘monist’ adını verdiği klâsik siyasî filozofların çoğu, kültürel ayrılıkları es geçen soyut bir insan doğasıtasavvurundan hareketle toplumsal ilişkileri tanımlamaya çalışmışlardır. Bu akım, insan doğasının değişmez olduğu, kültürün ve toplumun insan doğasınıetkilemediği ve en iyi yaşam tarzını bu mutlak insan doğasının gösterebileceğini düşünenleri içermektedir.

Buradan hareketle Parekh'in ‘’Yalnızca bir tek hayat tarzının tamamen insanî, doğru ve iyi olduğunu, diğer hayat tarzlarının ise ondan ne kadar farklıysa o kadar yanlışolduklarını savunan görüşü; Klasik Liberalizm’de de etkisi azımsanmayacak kadar bariz olan ‘Ahlaki Monizm’i tanımlamaktadır.

Parekh, Hıristiyan Batı kültürünün başat anlayışı olan bu kavramın yani, yalnızca bir hayat tarzının iyi olduğu ve diğerlerinin de o hayat tarzına göre yargılanabileceği hatta sınıflandırılabileceğini savunma eğiliminin Platon’a kadar uzandığını belirtir. Parekh “ahlaki monizm”kavramının gelişim aşamalarını “Yunan Monizmi”, “Hıristiyan Monizmi”, “Klasik Liberalizmde monizm” başlıkları altında inceler.

Ahlaki monizm, akıl ve ahlakı kültürden ayırır. Farklıtoplumların insan doğasını farklı şekillerde anlayıp yapılandırdığı, farklıyetenek ve erdemleri özendirdiği ve insan edimleri ve ilişkilerine farklı anlam ve değerler yüklediği gerçeğini görmezden gelir. 4

Bu perspektiften bakıldığında ‘ben’ olmayanlar ‘öteki’dir ve‘öteki’ olanlar ben ile benim kabul ettiğim doğrular çerçevesinde birleşmedikçe‘kötü’ ve ‘yanlış’ tır.

Ahlaki monizm, farklı yaşam biçimlerini yanlış anlama potansiyelini bünyesinde sürekli barındırır. Bu da yorumbilgisel anlamda bir felakettir. Monizmin yaklaşımı temelde yargılayıcı olduğu için öteki, olanlarıanlamakla pek ilgilenmez.

4 Bhikhu Parekh, Çokkültürlülüğü Yeniden Düşünmek, s30 – 43


Öteki olanları anlamaya çalıştığında ise, o yaşam biçiminin ne bakımdan kendi tercih ettiği yaşam biçimine benzediğini veya neden ondan farklı olduğunu açıklamakla ilgilenir.

Hristiyan monizmi dine dayalıydı ve dinsel monizmle veya yalnızca Hristiyanlığın ‘’tek ve gerçek’’ din olduğu inancıyla el eleydi. Platon ve Aristoteles belirli bir hayat tarzının en yüksek olduğunu felsefi temelleriyle gösterdiklerini iddia ederken, Hristiyanlık bunu bir inanç meselesi haline getirdi.

Hristiyanlık için kurtuluş insanlığın ortak çıkarınaydı ve kurtuluşa ulaşma yolunu bilenlerin görevi ‘’müjdeyi yaymaktı.’’ Hristiyan yaşam tarzının çoğu kişinin ahlaki olarak ulaşabilecekleri bir düzeyde bulunması gerçeği de bu misyoner anlayışa kuramsal açıdan destek oluyordu. Hristiyan dinbilimciler yalnızca doğal akla dayanarak da bir tür ahlaki yaşamın sürülebileceğini kabul etmelerine rağmen bunun, aklın yanılabilirliği yüzünden güvenilmez, yalnızca, Tanrı sevgisinden kaynaklanabilecek enerji ve derinliği olmadığı için sığ, ve ahlaklılık yalnızca diğer alemdeki, insanın nihai kaderinin temsil eden yaşama doğru bir adım olduğu için eksik olduğunda ısrar ediyorlardı. Bu yüzden gerçekten ahlaki olan bir yaşamın dini bir temeli olmalıydı ve bu din ne kadar gerçekse niteliği de o kadar yüksek oluyordu.

Hristiyanlık ahlaki çeşitliliğe bu şekilde uyum sağlarken onu hiyerarşik bir sınıflandırmaya soktu ve ahlaki monizme olduğu kadar dinsel monizme de bağlı kaldı. Hristiyan monizmi, Yunan monizminde olmayan ahlaki evrensellik, misyoner çalışma ve dini hoşgörüsüzlüğü de getirdi. 4

Batıya ait bu ahlaki kodlama, çağlar boyunca biçim değiştirerek farklılaşmış olsa da kendisine birçok uzamda yaşam alanları üretmeyi başarmış görünmektedir. Üretilen yaşam alanlarının biri de medya ve reklam sektörüdür. Medya ve reklam sektöründe kullanılan “sınıflandırma ve yargılama” biçimleri Ritzer’in anlatımıyla “büyüsü bozulmuş dünyayı büyülemenin” bir başka yoludur.5

Konuya binaen günümüzde örnek olarak: Yabancı bir içecek firmasının kendisini İslami değerlerle kaynaştırmayı hedefleyerek buradan bir kazanç elde etmek istemesi verilebilir. Ramazan Ayı boyunca gösterimde olan reklam, insanların nasıl farklı davranışlar sergilediğinden yola çıkarak seyirciye anlayışlı, dışa dönük, başkalarını düşünen, kısacası daha iyi davranan insanların daha doğru insanlar olduğu mesajını verir. Reklamda, Ramazan ayı boyunca İslam’ın yükümlülüklerinden dolayı bambaşka insanlar hâline gelen ve bunun farkına bile varmayan kişilerdeki değişimi, ufak bir çocuğun fark etmesi izleyiciye yansıtılmıştır. Reklamda değişimi gören küçüğün, çocuk aklıyla bunu insanların elinde gördüğü firmanın içeceği ile pideye bağlaması ve bu ikiliyi çözüm olarak kullanması anlatılmıştır “Global bir markanın yerel stratejisi” sloganıyla ortaya çıkan bu reklam akla hemen Parekh’in ahlaki monizm kavramına ilişkin yorumunu getirmektedir.


Klasik Liberalizmde monizme bakıldığında; Liberal düşüncenin doğmasında önemli rol oynayan etkenlerden üçü, yani Hristiyanlık, sömürgecilik ve ulus-devlet, hak ettikleri ilgiyi görememişti. Liberalizm yüzyıllar boyunca Hristiyanlık etkisinde kalmış bir sosyal çevrede geliştiği için kaçınılmaz birşekilde ondan etkilenmiştir. Locke, Montesquieu, Tocqueville gibi bazı ilk liberaller, Hristiyanlığın insanlık onuru, özgürlük, eşitlik hatta muhalefet gibi liberal değerlerin ortaya çıkmasını sağlayabilecek özgür insana layık tek din olduğunu düşünüyorlardı. Onlara göre Liberalizm, Hristiyanlığın laik bir ifadesiydi ve ondan destek alıyordu; bu yüzden ‘’Hristiyanlığıve uygarlığı (Liberalizmi) yaymak’’ ifadesi hiçbir yerde endişeye yol açmıyordu.

Hristiyanlığa karşı tutumları ne olursa olsun liberal yazarlar onun dilini, düşünce kategorilerini betimlemelerini, kendisine bakışını ve diğer yaşam ve düşünce biçimleriyle olan ilişkilerini rahatça ödünç alıyor veya içselleştiriyorlardı. Liberaller‘’ışığı’’ temsil ediyor, diğerleri karanlıkta yaşıyordu; onlar gerçekten insana yakışan yaşam biçimini bulmuşlardı, diğerlerininse gidecek çok yolu vardı. 4


Parekh, Locke’un Kızılderili yaşam tarzına tüm yaklaşımı,kişisel ve toplu yaşamı düzenlemenin yalnızca tek bir uygun ve akılcı yolu olduğunu, bundan farklı davranışların kusurlu olduğu ve ne saygıyı hatta ne de içten yapılacak sabırlı ve anlayışlı bir araştırmayı hak ettiği inancında olduğunu söyler. Ayrıca ona göre Locke, Aklın insanların en yüce yeteneği olduğunu ve iyi yaşamın temelini oluşturduğunu, aklın doğası gereği hesapçı ve sonuca yönelik olduğunu, dünyanın kaynaklarının sonuna kadar kullanılmasıgerektiğini, servet biriktirmenin akılcılık ve uygarlığı gösterdiğini, hayatımümkün olduğu kadar büyük bir ahlâki ciddiyetle yaşamak gerektiğini peşinen kabul etmişti. Kızılderililerin yaşam biçiminin insanî gelişim hakkında farklı bir görüş yansıtıp yansıtamayacağını ve kendi görüşünde bulunmayan, yeni bir şeyler öğrenebileceği öğeler içerip içermediğini hiç düşünmedi.” Şeklindeki atıfla göstermeye çalıştığı liberalizm-çokkültürlülük ilişkisini çarpıtan asli unsur şüphesiz liberalizmin temel dayanağı olarak kabul edilen ‘Özgürlük’ ve farklı olabilecek‘İyi yaşam’ tercihine müdahalede bulunulmasıdır.

Liberal kuramdan hareketle bakacak olursak liberal çokkültürlülük modelinin en ayırt edici özelliğinin, bireyi özgül bir toplulukla değil, ama bir kategori ya da yurttaşlıkla olan ilişkisi içinde ele alan bir yaklaşıma sahip olduğunu görürüz. Liberal yurttaşlık anlayışına göre, bir toplumu oluşturan bireylerin tümü, tanımlanmış ve değişmez bir iyi yaşam kavramını paylaşmazlar. Bu nedenle devletlerin dayanacağı ve hedeflerini meşrulaştıracağı bir ahlaki kaynağı da olamaz. İyi yaşamın birçok türü bulunmakla birlikte bunlardan hiçbiri ötekinden daha az değerli olmadığı için bunların birbirleri ile kıyaslanması söz konusu değildir. Her biri farklı bir biçimde değerlidir. Benzer bir mantıkla, kimi rejimler bir diğerinden ne daha az ne de daha çok meşrudur. Bunların tümü farklı nedenlerden dolayı meşrudur (Gray, 2003: 37). Michael Walzer’in deyişiyle liberalizm için ayrıcalıklı bir çoğunluk ya da özel haklarla mücehhez bir azınlık yoktur (Walzer, 1996, 108). Liberal bakış açısına göre birey, kendi yaşam alanını seçme, yargılama, inceleme ve yeniden gözden geçirme yönünde düşünsel yeteneklere sahip bir benlik olarak tanımlanmıştır: ‚Toplum bireyin yararına ilişkin farklı ve birbiri ile rekabet eden anlayışlara imkan tanımalı ve sosyal kurumlar iyi yaşam sağlama konusundaki görüş çeşitliliğine bir çerçeve oluşturmakla sınırlı bir görev üstlenmelidir (Üstel, 1999: 64). Liberal rejimler, iyi yaşama bakış açıları uyuşmayan insanların, hepsinin de adaletli olarak kabul edecekleri koşullarda beraber yaşamaları amacına koşulmuş bir sistem oluşturma peşindedir (Gray, 2003:67). Liberal teori ‚yurttaşların evrensel eşitliği adına, siyasal görüş dışındaki bütün farklılıklara kayıtsız kalmayı veya bunlarısiyasette gözetilen konuların dışına çıkarmayı‛ öne alan bir perspektiftir.

Bu bakış açısına göre siyasal farklılıklar dışında kalan farklılıklar başkalarınıdeğil, sadece söz konusu kişiyi ilgilendirir ve dolayısıyla da kişinin dini, ahlaki inançları ve aile yapısıyla birlikte özel alana girer.6

 

6 Milel ve Nihal İnanç, Kültür ve Mitoloji Araştırma Dergisi Sayı 2, 2009


 
Yine konuya ilişkin yakın tarihimizden örnekle; Ulus-devlet modelinde oluşturulan Kemalist kimlik karşısında asimile edilmiş Kürtleri ve dindar Türkleri gösterebiliriz. *

Kemalist ulus inşa pratiğinin asimilasyoncu eşitliği esas alan ulus tanımı, kamusal alanın özel alanı yutma eğilimi ve vazettiği siyasi idealin (cumhuriyet ülküsü) yapısal zayıflığından dolayı, Kemalizm'in 'öteki' tanımı içinde yer alan unsurları siyasi sisteme yönelttiği soy, dil ve din gibi etnik göstergelere dayalı talepleri özümseyememiş ve bunları "tehdit değerlendirmesi’’ içine almıştır." (Yıldız, 2004: 18)


Yine bir başka örnek olarak; Almanya, göçmen hareketliliğini sürekli yaşayan, yabancılar sorunu konusunda dönemsel olarak uyum stratejileri ve vatandaşlık tanımlamaları geliştiren bir ülkedir. Göçmenlerin ülkelerine dönmeleri ya da kalıcı olmaları konusunda kararsız politikalar uygulayan Almanya’da yabancılarla ilgili birçok problem çözümsüz kalmaya devam etmektedir. Bunun en önemli nedenleri arasında Almanya’da hakimkültür ile yabancı kültürler arasındaki karşılaşmanın ve güç ilişkilerinin başlangıçtan beri aynı kalan eşitsiz konumu gösterilebilir.